Bir mekânın sadece fiziksel sınırlarla tanımlandığını mı düşünüyorsunuz? Çizge Mimarlık, mekânı bir ruh, bir hikâye, bir deneyim olarak ele alıyor. Tuğba ve Elif Konur, mimariyi sanat ve spiritüellikle harmanlayan vizyonlarıyla, tasarımın ötesinde bir dünya yaratıyorlar.
47 yıllık bir aile mirasının ikinci jenerasyonu olarak yola çıkan Konur kardeşler, sadece mimari projeler üretmekle kalmıyor, iç mimari, seramik, resim ve tasarımın tüm alanlarını bütünsel bir sanat anlayışıyla buluşturuyorlar. Çeşme’deki butik otelleri Şato Design Hotel, bu yaratıcı dünyalarının somut bir örneği; sanatın, tasarımın ve ruhun iç içe geçtiği bir yaşam alanı.
Şimdi ise, 10 Nisan’da “Eternal Tribe” adlı sergileriyle İstanbul’da tarihi bir çatı kilisesinde, izleyicileri sanat ve spiritüelliğin derinliklerine çekmeye hazırlanıyorlar. Mekânın mistik atmosferiyle bütünleşecek olan bu sergi, 10 gün boyunca ziyaretçilerini zamanın ötesine geçen bir sanat yolculuğuna davet edecek.
Peki, sanat ile içsel keşif nasıl bir araya gelir? Bir mimar ve iç mimar olarak yaratıcılıklarını nasıl besliyorlar? Tuğba ve Elif Konur ile mimarlık, sanat ve ruhun kesiştiği noktada ilham dolu bir sohbet sizleri bekliyor!
Birlikte çalışırken bambaşka noktalardan düşünüp algılayabildiğimiz için kendimizi sınırsız bir yaratım süreci içinde buluyoruz.
Eternal Tribe aynı zamanda bu sene 5.sini düzenleyeceğimiz bir festival. Bizim sanatımızın, sergimizin içinde spiritüelliğe, bilinmezliğe, sana açılan bir kapı var.
Elif Konur: Pandemi ile birlikte tüm vaktimi seramiğin büyülü dünyasına ayırabildim ve artık hayatımın büyük bir alanını çamura bulamaya karar verdim…
Elif Konur: Kabile felsefesindeki birlik duygusunun bir tür dışavurumunu yansıtıyor masklar.
Tuğba Konur: Fırçayı elime ilk aldığım andan itibaren tuvale serpiştirdiğim her nokta, ruhumun parçacıkları gibi birleşerek beni, kalbimdeki ebedi kabileye götürdü.
Tuğba Konur: İnsan nasıl hayatta derinleştikçe anlam buluyorsa, benim de eserlerimde katmanların arasında ilerleyip, yeniden hatırladığı bir hikâyenin içinde kendisini buluyor.
Mimarlık serüveniniz nasıl başladı? Çizge Mimarlık’ı kurarken hayalinizde nasıl bir mimari anlayış vardı ve bugün bu hayale ne kadar yakınsınız?
Çizge Mimarlık, Tahsin ve Turan Konur tarafından kurulan 47 yıllık bir aile şirketi. Biz, ikinci jenerasyonuz. Genellikle projelerimiz konut ve ticari mekân ağırlıklı.
Tuğba Konur, iç mimari ve tasarım alanında, Elif Konur ise mimari alanda yaklaşık 20 yıldır aktif çalışıyoruz. Mimari, iç mimari ve tüm detayların birlikte düşünülüp tasarlandığı, kişiselleştirilmiş, kendine özgü, ruhu olan mekanlar yaratabilmek, hayal edileni gerçeğe dönüştürebilmek oldu hep felsefemiz.
İkiniz birlikte çalışırken nasıl bir yaratım süreci yaşıyorsunuz? Hem kardeş hem iş ortağı olmanın avantajları ve zorlukları neler? Karar mekanizmanız nasıl işliyor?
Maceralarla dolu bir süreç yaşıyoruz. Karakterlerimiz tamamen zıt. Birlikte çalışırken bambaşka noktalardan düşünüp algılayabildiğimiz için kendimizi sınırsız bir yaratım süreci içinde buluyoruz. Hem çok eğlenceli keyifli hem de bazen yüksek tansiyonlu olabiliyor. İş hayatında bir yapbozun parçaları gibi birbirimizi tamamlıyoruz. Değişimi, kendimizi geliştirmeyi ve yeniye adım atmayı seviyoruz.
Çeşme’deki butik oteliniz hem konforlu hem de mimari anlamda çok özel bir yapı. Burasını tasarlarken hangi duyguyu yansıtmak istediniz? Bölgenin ruhunu mekâna nasıl entegre ettiniz?
Mimari ve iç mimariyle başlayan serüvenimiz, Çeşme’de yarattığımız ve işlettiğimiz otelimiz Şato Design Hotel ile devam etti. Bizim için çok heyecan verici ve özel bir proje oldu burası. Her şeyini birlikte düşünüp tasarladığımız, inşa ettiğimiz bu oteli 13 yıldır işletiyoruz. Deniz manzarasına sahip geniş odalar, özel şarap kavı olan tasarım ve sanatla dolu bir yer burası. Otelin bünyesinde bizim gizli mabedimiz dediğimiz atölyemiz ve sanat galerimiz bulunmakta. Otele adım attığınız andan itibaren kendinizi evinizde hissetmeniz, kendi hikayenizden parçalar bulabilmeniz, kalbinize yaklaşmanız bizim ulaşmak istediğimiz noktaydı. Gelen herkes o kadar ait hissediyor ki buraya, taşınmak yerleşmek isteyenler çok fazla.
"Eternal Tribe" serginiz, sanat ve spiritüelliğin iç içe geçtiği çok özel bir konsept. Bu sergi fikri nasıl ortaya çıktı? Kundalini yoga, meditasyon ve şamanik ritüellerle bağlantısını nasıl kurdunuz?
Eternal Tribe, ebedi kabile, bizim içsel yolculuğumuzun bir parçası, bir o kadar da değerli o yüzden. Resim ve heykel çalışmalarına ağırlık verme sürecimiz, kundalini yoga ve meditasyon sürecimizle doğru orantılı aslında. İlk sergi açma fikrimiz de buradan çıktı. Bize gelen bu akış ve ilhamı hem paylaşmak hem de insanları yaratıcılığa yönlendirmek, o kapıyı açmalarına ilham olmak için ilk sergimizi Çeşme’de verdik. Ve onu meditasyon, kundalini yoga ve şamanik ritüellerle birleştirip bir seremoniye dönüştürdük. Eternal Tribe aynı zamanda bu sene 5.sini düzenleyeceğimiz bir festival. Bizim sanatımızın, sergimizin içinde spiritüelliğe, bilinmezliğe, sana açılan bir kapı var. Bu, paylaştıkça büyüyen, yayılan bir sevgi dalgası.
Elif hanım, seramik sanatıyla olan bağınız nasıl başladı? Mudmen Ceramics markanızın arkasındaki felsefeyi ve el yapımı mask çalışmalarınızı biraz anlatır mısınız?
Elif Konur: Küçüklüğümden beri hep ilgimi çekerdi heykeller, antik tarih, çanak ve çömlek işleri; hatta arkeolog olmayı düşünürdüm. Sonrasında mimarlık okudum ve yoğun bir meslek hayatım oldu. Seramik hep beni kendine çağıran, vakit buldukça heyecan ile kaçtığım bir alandı. Pandemi ile birlikte tüm vaktimi seramiğin büyülü dünyasına ayırabildim ve artık hayatımın büyük bir alanını çamura bulamaya karar verdim…
Heykellerinizin her biri tek ve el yapımı, oldukça mistik ve sembolik bir hava taşıyor. Yüz figürlerini ve çerçeveye asılı formları tercih etmenizin özel bir anlamı var mı?
Elif Konur: Çamur ile olan birebir temas beni çok cezbediyor. Ellerimle çamuru yoğurmaya başladıkça kendimi tamamıyla özgür bırakıyorum ve spontane olarak beni çağıran figürün üzerinde ilerliyorum. Her yaptığım ürün tek ve özgün. Mudmen Ceramics markam aslında kendi öze dönüş sürecimin seramik sanatıyla paralel ilerlemesiyle oluştu. Kabile felsefesindeki birlik duygusunun bir tür dışavurumunu yansıtıyor masklar.
Tuğba hanım, uzun yıllardır iç mimari, mobilya ve aydınlatma tasarımı ve resimle ilgileniyorsunuz. Son dönemde resim sanatına yönelmeniz nasıl bir süreçti? İlk kez tamamen kendi serginizi açmaya karar verme süreciniz nasıl gelişti?
Tuğba Konur: Yıllardır çizim ve tasarım yapıyorum. Hayatımın her sürecinde yaratım oldu ve çok şanslıyım ki her proje, her fikir, her çizim büyük bir heyecanla hayat buldu; resim de bunlardan biri ve benim vazgeçilmezim. Fırçayı elime ilk aldığım andan itibaren tuvale serpiştirdiğim her nokta, ruhumun parçacıkları gibi birleşerek beni, kalbimdeki ebedi kabileye götürdü. Kendimi her çizgide yeniden keşfetmek, her renkte yeniden doğmak, her katmanda cesurca biraz daha derine inmek...
İnsan nasıl hayatta derinleştikçe anlam buluyorsa, benim de eserlerimde katmanların arasında ilerleyip, yeniden hatırladığı bir hikâyenin içinde kendisini buluyor.
Yaklaşık 7 yıldır Çeşme’deki kendi atölyemde resim çalışmalarıma devam ediyorum. Birçok sergi ve fuara katıldım. Şu anda küratörlüğünü üstlendiğimiz ilk İstanbul Duo sergimiz için hazırlık sürecindeyim.
İstanbul’daki serginiz için tarihi bir çatı kilisesini tercih ettiniz. Mekânın atmosferi ile sanatınızın ruhu arasında nasıl bir bağ kurdunuz? Mekân seçimi sanat deneyimini nasıl etkiliyor sizce?
Tuğba Konur: Sergi mekânı çok önemliydi bizim için, çok fazla yer araştırdık. Standart bir galeri atmosferinden ise ruhu olan sıra dışı bir yer arıyorduk. Tam ümidimizi yitirmişken bu minik çatı kilisesiyle karşılaştık. Mekânın mistik atmosferi, eski bir şapel olması bizim sanatımızın varoluşuyla çok örtüştü. Bu gökyüzüne yakın kubbenin altında sanatımızla birlikte dileklerimizi gerçekleştirebiliyor olmak çok heyecan verici.